31 Mart 2024 Pazar

BAHAR VE MİTOLOJİ

 


Mart geldi, ardında Nisan ve Mayıs var. Günler uzamaya devam ediyor. Baharın gelişi Kuzey yarımküredeki tüm kültürlerde kutlanmaya başladı. Yeraltı tanrısı Hades izin verdi ve bereket tanrıçası Demeter’in güzel kızı Persephone yeraltından çıktı. 

Sümer'de İnanna, Akad’da İştar, Kenan’da Astarte, Tengrizim’de Umay, Antik Yunan’da Afrodit, Roma’da Venüs aşk, üreme, bereket tanrıçaları. Hepsi baharımıza, yazımıza bereket getirsin (bu arada kadın olduklarına da değineyim). Hatta Athena örneğinde gördüğümüz gibi bazıları ayrıca (sanırım kışı yendikleri için) savaş tanrıçaları (ne kadar güzel bir “savaş” anlayışı!)

Mitoloji ve mitler çok ilginç bir konu. Mitler kaynağı bilinmeze uzanan, bin yılların süzgecinden geçmiş, insan ve doğa hakkında çok ilginç ipuçları veren metinler. Hani masallar “deve tellal iken, pire berber iken, ben ninemin beşiğini tıngır-mıngır sallar iken” diye başlar ve dinleyiciyi çevresinde görüp yaşadığı dünyadan uzaklaştırır ya; mitler de bizi hiç de “gerçekçi” olmayan öyküler anlatarak, insanlığın temel sorunlarına ve insanın doğa yorumuna yönlendiriyor.

Gılgamış Destanı, Sümerler (MÖ. 4 bin) döneminde yazıya geçmiş – her halde önce sözlü olarak aktarılan- ilk edebi metin.  Tabletlere yazılmış, bir kitap oluşturacak kadar uzun, evrensel bir metin, bir mit.

Batı uygarlığı için çok önemli bir kaynak Homeros’un (MÖ. 8. yy) İlyada ve Odysseia epik şiirlerinde  anlattığı Antik Yunan mitolojisi.

Türk mitolojisi de Gökbörü, Ergenekon, Oğuz, Manas, Alp Ertunga gibi destanlara uzanıyor. Bu Orta Asya efsanelerinin izlerini MS. 6-7 yy. Çin  yazılı kaynaklarında buluyoruz. Çok önemli bir başka destanımız da, MS. 14-15 yy.’da yazıya geçse de kökleri çok eskilere uzanan Dede Korkut öyküleri.

Mitolojide ilgimizi çeken bir özellik, binlerce yıla uzanan geçmişleri. Örneğin Utna Pişte’nin Gılgamış’a anlattığı tufan öyküsü, binlerce yıl sonra kutsal kitaplarda Nuh Tufanı olarak yer alıyor. Ayrıca Utna Pişte, ölüm sonrasını niteleyen yeraltı dünyasına, “öbür dünyaya”, bir denizi (veya nehri) kayık (veya yelkenli) ile aşarak ulaşılıyor. Tıpkı binlerce yıl sonra Michelagelo’nun Cappella Sistina tavanına çizdiği  gibi. Sırat köprüsü, bilgi ağacı, cennetten kovulma gibi kavramlar da çok eski mitlerde yer alıyor.

Homo sapiens-sapiens, ölümlü olduğunu biliyor. Ölümden sonraki, ölümsüz dünya inancını, 10-15 000 yıl önceye uzanan bütün Neolitik kültürlerde, gömme törenlerinde, mezar yapılarında, mezarlarda bulunan eşyalarda görüyoruz. Ölümsüzlüğe kavuşmak bütün mitlerde temel bir konu. Antik Yunan mitlerinde tanrıları insanlardan ayıran temel özellik ölümsüz olmaları. Yoksa fizyolojileri, hırsları, zayıflıkları... insanlara benziyor. Ama burada yaman bir çelişki var: ölümsüz olmak, “ölümün ötesine geçmek” için önce ölmek gerekli!

Bir diğer ortak tema da “yolculuk”. Gılgamış-Enkidu, Odisseus, Orpheus, Jason, Deli Dumrul gibi kahramanlar zorluklarla dolu uzun yolculuklar yapıyor ve canavarları yeniyor.  Bence bu da yaşamın zorlukları, insanoğlunun gelişmesi, dışsal veya içsel yolculuklarımız, nefis mücadelesinin zorlukları gibi kavramlara işaret ediyor.

Birçok mitolojik kahramanın ve onların savaştıkları canavarların üstün nitelikleri var, ama Achilleus’un topuğu, Samson’un saçları gibi, bir de zayıf yönleri var. Bütün konu bu zayıf yönü bilmek.

Mitolojide, çeşitli inanç sistemlerinde ve günümüzde kullandığımız dile yansıyan ifadelerde 3, 7, 40 gibi bazı sayılara özel bir önem verildiğini görüyoruz. Sanırım en belirgin olanı “üç”:

Yunan mitolojisinin temelinde üç kardeş: Zeus (karalar), Poseidon (denizler) ve Hades (yeraltı) tanrıları var. Truva efsanesi üç güzelden ( Hera, Athena ve Aphrodite) hangisinin en güzel olduğunun seçilmesi ile başlıyor. Yolculuklar, sınavlar, periler...hep üç tane. Bu güzel sayıya tek tanrılı dinlede ve gündelik yaşamıızda da sıklıkla raslıyoruz.

“Kırk” da bu özel sayılardan biri:

·         Dede Korkut efsanelerinde anılan cengaver Burla Hatun’un yanında kırk savaşçı kadın var.

·         Birçok inancın (örneğin Hinduların Chaturmas) festivali kırk gün sürüyor.

·         Musevi inancına göre, Hz. Musa'nın tanrı ile buluşmak için Sina dağına çıkması (ve 10 emirle geri dönmesi) kırk gün sürüyor. 

·         Hristiyan inancına göre, Hz. İsa dirilişinden (resurrection) sonra kırk gün Kudüs’te dolaşıyor ve çeşitli kişilere görünüyor ve ardından göğe yükseliyor (ascension).

·         İslam inancına göre, Hz. Muhammed kırk gün oruç tuttuktan sonra, Cebrail gelip Kur’anı Kerimi söylemeye başlıyor.

·         Tasavvuf geleneğinde kırk günü çilehanede geçirmek özellikle önemli

·         Osmanlı Sarayında Has Odada kırk ağa var.

·         Bir fincan kahvenin kırk yıllık hatrı var.

·         Ali Baba’nın kırk haramisi var...

Liste uzar gider. Bence bu gibi örneklerde “kırk”, bir yandan “çok” anlamında, bir yandan da “olgunlaşma-erginleşme süresi” anlamında kullanılmış.

Binlerce yıldan günümüze ulaşan, sözlü gelenekten başlayarak, edebiyatın, tarihin, arkeolojinin sosyolojinin temel netinleri olarak kitaplaşan mitolojinin bize anlattığı ve anlatacağı çok şey var.

 

 

28 Şubat 2024 Çarşamba

NEDEN FELSEFE?

 

Geçenlerde bir gazetede Heybeliada’da Spinoza için lokma dağıtıldığını ve dükkana “iyi ki yaşadın Spinoza” yazan bir afişin asıldığını okudum. Lokmacı, müşterisi olan bir profesörün lokma döktürdüğünü söylemiş. Sevdiklerini kaybedenlerin, parasını ödeyerek, hayır olsun diye lokma dağıtmaları geleneğini İzmir’den bilirim. Bu haber beni, bir yandan gülümsetti ve çok mutlu etti, diğer yandan da düşündürdü: “Neden felsefe?”

Felsefenin tarih boyunca –birçok şey- ama en azından, siyaset, din ve bilim karşısında, kendini savunmak zorunda kaldığını biliyoruz. Sokrates’in siyaset tarafından suçlanması, kendini savunması ve ölüme mahkum olması, felsefe – siyaset çelişkisinin antik çağlara uzandığının en bilinen örneği. Ardından, özellikle ortaçağda “dinin doğruları söylediğine inanıyoruz. Öyleyse neden felsefe ile ulaşmaya çalışalım?” sorusu gündeme geliyor. Bilimin gelişmesiyle de benzer bir soru beliriyor: “Bilim ve teknoloji günlük sorunlarımızı çözüyor, neden felsefe yapalım?” Hatta Heidegger gibi felsefenin öldüğünü söyleyen filozoflar da var.

Genel olarak, felsefenin kullanımı tek bir amaçla sınırlı olmadığı, bireysel gelişime, toplumsal ilerlemeye ve dünyayı kolektif olarak anlamamıza katkıda bulunan çok çeşitli entelektüel, pratik ve varoluşsal faydaları kapsadığı söylenebilir. İlk akla gelen birkaç görüş olarak felsefenin,

·         Bilim, siyaset, hukuk ve etik gibi alanlarda Eleştirel Düşünmeye;

·         Bilgi, varoluş, anlam ve amaç gibi konuları sorgulayarak Dünyayı Anlamaya;

·         İnanç, değer ve hedeflerimizi gözden geçirmemize yol açarak içgörü (insight – aperçu) ile Kendimizi Geliştirip Yansıtmaya;

·         İnsanlığın entelektüel mirasını anlayıp farklı düşünme biçimlerini takdir etmemizi sağlayarak Kültürel ve Tarihsel Görüşleri Geliştirmeye yardımcı olduğu söylenebilir.

Ben ise bu konuda Aristoteles’in kullandığı “aporia” (sorun, problem, mesele) kavramından yola çıkıyorum. Eğer bir soru sorduğumuzda bizi doyuran, anlayabildiğimiz belirli bir cevap alıyorsak bir sorun yok; ama herkesten farklı yanıtlar geliyorsa bir aporia var ve biraz düşünmemiz gerekli! Örneğin “bilgi nedir?”, “neyi ve nasıl bilebiliriz?”, “bilgi öznel mi yoksa nesnel bir şey midir?”, “bilgi kesin mi yoksa göreceli bir şey midir?”... gibi sorular uzar gider ve bunlara “uzmanlar” farklı cevaplar verir. Hatta daha da kötüsü hiçbir “uzman” da bulamayız! Ne de olsa Sokrates: “sorgulanmamış bir yaşam, yaşamaya değmez” demiş.

Pekiyi, bu sorulara felsefe doğru ve kesin yanıtlar veriyor mu? Hayır, hiç de değil!

Ama güzel haber: düşünmek iyi ve güzel bir şey. Aramak, “bulamasak” da birçoğumuzu mutlu ediyor. 

Sanırım düşünmemize yol açan her olanak da bize bu zevki verdiği için çok değerli.


31 Ocak 2024 Çarşamba

İnsanı İnsan Yapan Nedir?

Bildiğiniz gibi yapay zeka ilgimi çeken bir konu. Geçen gün bu konuda bir şeyler okurken ilginç bir örnek buldum. Yapay zeka ile, sürücüsüz olarak ilerleyen bir araca, trafik kuralları hakkında herşeyi öğretiyorlar: Yayalara çarpmamayı, dur işareti görünce durmayi, yavaş giden araçları sollamayı... “öğreniyor”. Ardından aracı deneme pistine çıkartıyorlar. Pistte sağ şeritte yavaşça giden ve bazı trafik işaret levhaları – bu arada DUR işaret levhasını - taşıyan bir kamyonet ilerliyor. Sürücüsüz arabanın aklı(!) karışıyor. Yavaş giden kamyoneti geçmek için arkasına yanaşıyor, ama DUR işaretini görünce de duruyor. Kamyonet ilerleyince araç, yeniden kamyonete yaklaşıyor ve yeniden duruyor... Bir insanın kolayca anlayabileceği bir durum, yapay zekalı düzenek için bir bilmece! Kuşkusuz suç, yapay zekada değil; “ona öğretilen örnekler yetersiz” denebilir. Ama, böyle bir durum kimin aklına gelir?

Bu örnek benim aklıma  “bizi insan yapan nedir” sorusunu getirdi. Sanırım bilim kurgu film ve romanlarında, özellikle insansı robotlar için, çokça ele alınan bir soru.

Öncelikle itiraf edeyim: Çevremizde gördüğümüz, duyduğumuz; içinde yaşadığımız gerçeklikten farklı olan; ama görebileceğimizi, duyabileceğimizi, yaşayabileceğimizi düşündüğümüz gerçekliğe de ayrkırı olmayan kurguyu, “bilim kurgu” olarak tanımlarsak, bu konuda hiçbir uzmanlığım yok. Evet, ben de çocukken Jules Verne okuyup aya yolculuk hayalleri kurdum. Sonraları Asimov'un robotları veya Le Guin'in Mülksüzler (The Dispossessed) romanı da çok düşündürdü. Ama, torunlarımın heyecanla izlediği “ışın kılıçlı dövüşler”, “uzaydan gelen korkunç yaratıklar”, “kıyamet sonrası kurulan vahşi imparatorluklar” ve “kurtarıcı kahramanlar” hiç de hoşuma gitmedi.

Felsefenin temel sorularından biri “Ben kimim - neyim?” dir. Bu soruya bilim kurgu, çoğunlukla “öteki” kavramı üzerinden bakıyor. Çünkü “ötekinde” gördüğümüz farklılıklar, aslıda bizim bazı özelliklerimizi anlamamıza yol açıyor. Örneğin “ben”, günümüzün insanı isem; “öteki”, uzaylı, geleceğin robotu, yapay zekası olarak, benden hızlı koşabiliyor, düşünebiliyor, güçlü yada güçsüz olabiliyor. Hatta King Kong örneğinde askerlerin toplarına – tüfeklerine karşı koyan koca goril gibi, duygusal bir aşk yaşayabiliyor. Bu da bizi felsefenin temel sorunlarından birine yöneliyor: “insanı insan yapan nedir?”


Bu soruyu edebiyat alanında ilk tartışan roman sanırım İngiliz romancı Mary Shelley’in 1818 tarihli ünlü romanı: Frankenstein. Çoğumuz Frankestein’i canavar bir yaratık olarak tanıyoruz ama romanda “yaratığın” bir adı yoktur (Frankenstein, onu ihtiraslarının pençesinde yaratan doktorun adıdır) ve başlangıçta yaratık çok iyi kalpli bir insansı, olarak çevredeki köylülerle dostça ilişki kurmak ister. 2,5 metre boyundaki yeşil - sarı tenli bu yaratık, “öteki”, çok kötü karşılanınca giderek canavarlaşır. Yazar Mary Shelley’in de ilginç bir “öteki” olma öyküsü var. 19ncu yüzyıl başında İngiltere’de erkek egemen toplumda, yüksek eğitim kadınlara açık olmadığı için Mary kurumsal bir eğitim alamamış. Diğer yandan da bir yazar olan babası sayesinde çok iyi bir entelektüel olarak yetişmiş. Ünlü romantik şair Percy Bysshe Shelley ile evlenmiş, Lord Byron ile yakın dost olmuş. Kısacası Mary Shelley, edebiyat çevresi içinde çok yetenekli bir kadın olmanın sıkıntılarını derinden yaşamış bir yazar. Öyle ki Frankestein’in ilk basımına adını yazamamış; adını ancak üç yıl sonra, kitabın ikinci basımda görebiliyoruz.

 


“İnsanı insan yapanın ne oldğu” konusunda pek çok örnek bilim kurgu filmi ve romanı var. Örneğin “Bıçak Sırtı” (Blade Runner) filmini (özellikle çok etkileyici son sahnesini) ve “Klara ve Güneş” (Klara and the Sun) romanını önerebilirim.

 

 

 


Felsefenin diğer önemli soruları “Gerçek nedir?”; “Gerçeği bilebilir miyiz?” Hatta “Gerçeği öğrenmek ister miyiz?” bilim kurgu filmlerinde, örneğin, The Matrix filminde (1999) ele alınıyor. Sorgulamazsak, yaşadıklarımızı gerçekliğin tamamı sanabiliriz ve bu da, kuşkusuz, çok rahatlatıcı bir konum.

Bir yandan “insan”, bir yandan dışımızdaki “gerçek” çok ilginç ve düşündürücü konular. Ayrıca insanı durağan bir varlık olarak görmediğimiz zaman, durum daha da karmaşık hale geliyor. Tasavvuf terimlerini kullanarak “beşer” olarak doğup, “insan-ı kâmil” olma yönünde gelişmemiz, “tekamül” etmemiz, gerektiğini düşünebiliriz.

Bence, hem bu temel sorular üzerinde düşünmek, hem de gelişim yollarından biri olarak çok değerli.

Yunus Emre dizeleri ile bitireyim:

Hak cihana doludur

Kimseler Hakk'ı bilmez.

Onu sen senden iste

O senden ayrı olmaz.

 

22 Aralık 2023 Cuma

ARMAĞAN BİR EKONOMİK SİSTEM Mİ?

Kış aylarında,  gündüzlerin kısaldığı, havaların soğuduğu dönemde, özel günler yoğunlaşıyor: Thanksgiving, Efsane Cuma, Noel, Sevgililer Günü... Özel günlerde de birbirimize armağanlar veriyoruz. Kuşkusuz özel günlerin ve alınan – veriler armağanların ilk çağrışımları, tüketim çılgınlığı, kapitalist üretim ve satış süreçlerinin özendirmesi gibi yönleri. Evet, temelde bu gibi ekonomik dürtüler var. Ama ben bugün armağan konusunun antropoloji - etnoloji – etnografi boyutuna değinmek istiyorum[i].

Sosyoloji ile başlayalım: Auguste Comte (1798 – 1857) sosyal bilimlerin temel ilkelerini belirlemiş  olsa da üniversitede ilk Sosyoloji Bölümünün kurucusu ve ilk profesörü olduğuna göre, Émile Durkheim’ı (1858 – 1917) ilk “sosyolog” olarak niteleyebiliriz. Durkheim ise, bizim hikayemizin kahramanı Marcel Mauss’un (1872 – 1950) dayısı ve hocasıydı. Mauss’un da öğrencisi Collège de France’a sosyolojiyi yerleştiren Lévi-Strauss (1908 – 2009) oldu. Kısacası 120 – 150 yıl önce Avrupa’da –özelliklle Fransa’da- yeni bir sosyal bilim doğuyor, toplumlar yeni bir bakış ve sistematikle değerlendirilmeye başlıyordu.

Kanada'nın British Columbia eyaletinde yerli kabileler içinde çalışan bir etnograf (Franz Boas), “Potlaç” (beslemek – vermek) denilen bir olayı anlatıyor. Yılda bir düzenlenen şenliklerde kabile şefleri, mallarını dağıtmakta, vermekte, bağışlamakta yarışıyorlar. Yeme - içme ile başlayan şenliğin sonunda olay, şeflerin evlerinin yakılmasına kadar uzanıyor.

Bir başka etnograf (Bronislaw Malinowski) ise Büyük Okyanus’un öbür yakasında, Trobriand adalarında, “Kula” adı verilen bir ticaret anlatıyor. Yaklaşık 20 adadan oluşan küçük bir adalar topluluğunda, bir adanın önde gelenlerinden A kişisi komşu adanın B kişisine değerli bir armağan veriyor. B kişisi de başka bir adadaki C kişisine başka bir armağan veriyor. C kişisi de başka bir adadaki D kişisine başka bir armağan veriyor... Döngünün sonunda, baştaki A Kişisi de değerli bir armağan alıyor.

Bunları inceleyen Mauss, başka ülkelere ve geçmiş dönemlere bakınca “armağanlaşma”nın birçok örneğini görüyor. İskandinav tarihinde Vikinglerden (Mahabarata) , Alaska'da eskimolar uzanan  armağan sistemleri buluyor. Klasik kapitalist iktisadın, kapitalizm  öncesinde, artı değer üretmeyen bir takas ekonomisinden söz ettiği bilinir. Acaba takastan çok farklı, bir “armağan ekonomisi modeli”  da var mı? Üstelik bir “ekonomik model” olmanın ötesinde, ayinsel, mitsel, belirli kuralları ve hatta yaptırımı, zorlayıcılığı olan bir sistem var. Sistemin, bir prestij yarışı olarak kişinin topluluk hiyerarşisindeki yerini doğrulayan boyutları var. Yeni Zelanda'da Maoriler, bu ekonomik sistemi inançları ile yorumluyor: Nesnelerin ruhları var; armağan olarak verilen nesnenin ruhunun rahat etmesi için, armağan veren kişinin de benzer (ama farklı) bir armağan alması gerekiyor!

Kısacası, Durkheim toplumsal davranışların temelinde “iş bölümü ve dayanışma vardır” derken; Mauss temele “karşılıklı armağanlaşma vardır” diyor.

Okuduğum kitabın[ii] burasında durdum. Çocukluğumda, annemin komşu teyze bir tabak  börek gönderince, “gelen tabak boş geri verilmez” telaşı içinde, tabağa sarmalar dizmesi, Anadolu düğünlerinde “Damadın amcasından ...” duyuruları ve çeşitli derneklerde fedakarca yardım için çalışanlar aklıma geliyor.

Sanırım klasik kapitalist iktisattaki Homo Economicus kavramını yeniden düşünmek gerekiyor.


[i] Burada terimleri şu anlamlarda kullanıyorum: Etnografi - bir primat veya insan topluluğu içinde yaşanarak izlenimlerin kaydedilmesi; Etnoloji - çeşitli yerlerde çalışan etnografların ilettiklerinden yola çıkarak, topluluklar ve toplumlar için değerlendirmeler yapılması; Antropoloji -  belirli bir topluluk veya toplumun ötesinde, insanlık ve insan hakkında değerlendirmeler yapılması. Bu tanımlar zamana ve ülkelere bağlı olduğu gibi, örneğin, bir “antropoloğun” belirli bir dönemde “etnolojik” bir çalışma yapması da kafa karıştırıyor. Burada hangi anlamda kullandığımı o nedenle belirtiyorum.

[ii] Şeyda Sevde Tunçbilek, Marcel Mauss’un Armağan Üzerine Denemesi, Ketebe Yayınevi, 2023.